30 Nisan 2008 Çarşamba

Krizde hayat

Bugünlerde ne yapsam kimle konuşsam "durum olumsuz" diyor başka birşey demiyor.
Benim ilk izlenimim durumu farklı taraflardan görmek gerek olduğu, yani;
- Öncelikle durum kötü, ama nasıl kötü oldu? Bunu düşünüyor muyuz?
- Herşey mi kötü,yoksa kötü olmayan yerler, diğer fırsatlar var mı?
- Kötü olabileceğini ya da olacağını düşünerek, bir önlem aldık mı?
- "Kötüye gidiyor" deyince ilk tepkimiz, yapılması gereken işlerimizle ilgili harcamaları azatlmak, ertelemek ya da yapmamak mı olmalı?
- Bu çeşit bir tepki ile kontrolü elde tutacağız diye düşünürken piyasa, ortak/tedrikçi ve de müşterimizin kontrolünü elimizden kaybetmiyor muyuz?
Profesyonelce bakış açısıyla bakıldığında uzun vadeli düşünmek ve yönlendiren, kuraların farkında olan ve de ortamı değiştirebilen bir tutumda olmak, yani bir açıdan kurumsal olarak kendine güvenen bir tavır sergilenmeli. Şimdiki tavır, şu soruları bağıra bağıra sor diyor
- Geçen sene bu kriz bangır bangır geliyorum derken ne yaptınız?
- Plan yaptınız mı, geleceğini nasıl planladınız? Planınız şimdi var mı? Yoksa bekleyelim mi diyorsunuz?
- Kötü senin için nedir, ne kadar dayanabilirsin? Hareket planlarınızad harekete geçeceğiniz ya da davranışını değiştireceğiniz kritik noktaları belirleyip onların ölçebiliyor musunuz?
Kötü olduğunu biliyorum, esas işaret etmek istediğim, kötü olmadan önce nasıl davrandıysak aynı davranış tipini devam ettiriyoruz. Oysa krizi aşmanın, krizden başarıyla çıkmanın yolunu sadece parayı elde tutmak olarak görmemeliyiz.
Öncelikle firmanızın bakış açısını, hedefini yenilemeniz gerekiyor. Hala fırsatlar var ancak olumsuz bakışaçısı içerisindeyken bunları göremezsiniz.
Kişisel durum neredeyse firmalar için de benzer. Herkes bu sene olumsuz olursa, sonumuz zaten olumsuz olacak.

27 Nisan 2008 Pazar

Aklınızdan çıkarmanız gerekenler: "Sözler tutulmaz!"


Merhabalar,
Aklımdan çıkarmamam gerekelerin içerisine bir önemli nokta eklemek istedim ve sizinle de paylaşmalıyım.
"Kişiler size söz verirler ve tutmazlar."
Olabilecek en iyi şey, tutmalarıdır, ama tutmazlar işte.
Bu beni kızdırıyor. Özellikle arkadaşlarım "Ararım seni" diyince ve aramadıklarında çok kızıyorum. Bu benim değerlerimle ilgili, benim sözünde durma oranımın yüksek olmasına çalışıyorum, elbette ki %100 değilimdir.
Bu yazının ana fikirleri aşağıda:
- Tutamayacağınız sözü vermeyin. Arayamam da diyebilirsiniz, hayır diyebilmek de önemli.
- Sözünüzü ise tutun. Tam tutamazsanız bile aramaktan çekinmeyin, "olamadı" deyin. Karşınızdaki size güveniyorsa, çaba gösterdiğinize inanacaktır.
-İnsanların, sözlerini tutma yüzdelerinin düşük olacağını bilerek hareket edin. Herşeyinizi, onların sözlerini tutacaklarını düşünerek planlamayın. Ya olmazsa diyerek, diğer alternatiflerinizi düşünün, yani B planınız olsun.

Önemli olan ne?


Önemli işler neler? İş sıralamanız, planlarınız değişiyor mu sık sık? Merak etmeyin bu normal. Neyin önemli olduğuna karar vererek yeniden plan yapmanız gerek.
Bu soruya cevap 80-20 kuralında.
Bu kuralın uygulandığı bir çok cümle görebilirsiniz:
- İşlerin %80'i kişilerin %20'si tyarafından yapılır.
- Sonuçların %80'i girdilerin %20'si ile olur.
- Ürünün satışının %80'i özelliklerinin %20'yle olur.
- Ekonominin %80'i nufüsün %20'sinin elindedir.
- Zamanımızın %80'ini en önemli %20'lik kişiyle geçiririz.
- Satışta %80 iletişim %20 bilgi önemlidir.
- Çabalarımızın %20'i sonuçların %80'ini oluşturur.
....
Önemli olan bu dengesizlik içerisinde bizim istediğimiz sonuçların en fazlasını almak için neyi öncelikle yapmamız gerektiğidir.

İlişkiniz mi var? Yönetmelisiniz.


İlişki yönetiminin önemiyle ilgili her yerden yağmur gibi yazı yağıyor. İşte 2 yazı size:
1. Satışta oluşan satın almam tepkisi üzerine ufak bir yazı (farketing'den), yorumlar da güzel.
2. Hürriyet'in IK ekinde Cüneyt Ülsever yazmış, "Geç Kalmak!" adlı yazısında. Hem ilişki hem de duyguları doğru şekilde yönetememeyi.
Şu zamanlarda ilişki yönetimi konusu oldukça revaçta. İlişkinin içerisinde olan birçok unsur her yerde konuşuluyor, mesela;
karşılıklı yardım,
duygusal denge,
mutlu etme ve edilme,
aidiyet ve birliktelik,
....

Özellikle ilişki yönetiminde bence en güzel kelime karşınızdakine dokunabilmek. İlişkide denge sağlamak çok önemli çünkü herkese karşı aynı şekilde davranmaya çalışıyoruz ama karşımızdakilere göre farklı davranmalıyız. Onların bizi olduğumuz gibi kabul etmesini istiyoruz, ama oldukları gibi kabul etmiyoruz.

Kafanızı kurcalayan sorular

Dün akşam izlediğim filmden bir alıntı:
Düşmanlarınla savaşıp kazanabilirsin, ama kendi biyolojinle savaşırsan her zaman kaybedersin.
Farkındalık hakkında harika bir söz. Film "Lord of War", izleyenler bilir. Kahramanımız, silah ticareti yapıyor, işinde çok iyi. Ancak etik yönünden dolayı vazgeçme durumunda. Başarılı olma hırsı da bir yandan onu bocalatıyor.
İş hayatında başarı için kendinin farkında olmalı, bunun için bu şekilde ciddi sorulara cevap bulmalı;
- Neyi, neden istiyorum?
- Bana (değerlerime) uyuyor mu?
Bu soruların cevapları sizi başarılı ve da aynı zamanda mutlu yapacaktır. Ama çoğumuz bu iş ortamı içerisinde, bunlara inemiyoruz bile. Ancak şu açık ki, başarılyım diyerek ortaya çıkanlar bunları söylüyorlar.

24 Nisan 2008 Perşembe

Ne görürseniz onu alırsınız...


Kısaca sade olarak bakalım anlatabilecek miyim?
Şimdi bu resme bakınca aklımıza gelen bazı sorular;

1. Bu şekilde bir ağaç varsa bunun kaç kişi farkındadır?
(Etrafımızda olan herşeyin farkında mıyız?)

2. Bu fotoğrafçının nasıl bir bakış açısı vardır ki bunu görebiliyor?
(Etrafımızda olan şeyleri görmek için bazen farklı bakış açılarına ihtiyaç varıdr.)

3. Siz ne görüyorsunuz? Aynı şeyi görüyor musunuz? Aynı bakış açısı sizde de oluştu mu?
(Gösterseniz bile farklı kişiler aynı gerçeklikte farklı şeyler görebilir, algı farklı olabilir.)

4. Sadece ağacı görmek mi? Ya da gerçekte önünüzde olandan farklı şeyleri görmek mi?
(Gerçekte önümüzde olan ağacı mı algıladık, yoksa başka bir şeyi mi?)

5. Her zaman önümüzdeki gerçeklikleri mi görüyoruz yoksa aklımızda oluşan başka algılar mı var?
(Algıladığımız, ya da inandığımız şey, gerçekte olan mı, yoksa gördüğümüzü sandığımız şey mi?)

Bütün bu sorular bizi gerçekte olanı görmek ve algılamak ve sonrasında da hatırlayabilmek konusundaki zinciri düşünmeye itiyor, değil mi?

Bir de ek soru geldi;
Bu resmi internette bulup da yazı yazmayı düşünen kişinin kafasında ne var?
YORUM YOK!

22 Nisan 2008 Salı

Rahatlamak lazım...

Herkesin inanılmaz bir koşturmacası var. Şirkette çalış, eve yetiş, trafik, çoluk-çocuk vs derken bir ton iş bir araya gelince, insan kendimini kaybetmiyor mu?
Yarın 23 Nisan... Kendinize zaman ayırın diyorum. Ben öyle yapacağım. Bu fırsatları kaçırmamak lazım. Her zaman yapamadığınız şeyleri düşünün ve onları yapın.
Gelin size bir metod söyleyeyim....
1. Normalde her gün neler yapıyorsunuz, bir düşünün. Hergün tekrarladığınız 5 şeyi yazın. Bunların içerisinde, uyumak yemek yemek gibi genel şeyler olmasın. Size ait, sizin hayatınıza özel şeyleri yazın.
2. Bir de... Uzun zamandır yapmak istediğiniz şeyleri yazın bir de. Ama bunlar işiniz ya da günlük yaşamınızda yapmak zornda olduğunuz ancak yapamadığınız işler olmasın. Yani işinizle ilgili bir kitap okumak ya da okulda veli toplantısına gitmek değil. Zorunluklar değil yani kasteddiğim. Gerçekten sizin istek duyduğunuz, hayatınızın günlük akışının dışında yapmak istediğiniz ne varsa onu yazın.
İşte bunları hayatınızın bu boş günlerine serpiştirin. Belki hergün yaptığınız işlerden de bazılarından vazgeçebilirsiniz zaman kazanmak için. 24 saatiniz var, kimsede fazlası yok.
Yaşadığınız hayatın içini nasıl doldurabilirsiniz, önemli olan bu. Ve şanslıysanız, arkanızda ne bırakabilirsiniz onu düşünün...
Koşturmacada bunu unutmayın.

Not: Bu bakış açısını bana katan arkadaşıma sevgilerimle.

Ben üzgünüm....


Merhaba,

Şunu herkese anlatıyorum, neredeyse tüm eğitimlerimizin içerisine özümsenmiş olan bu; "Karşınızdaki kişinin durumunu anlayın ve ona göre davranın."

Bugün kendimi çok kötü hissediyorum, neden mi? Ben de aynı hatayı yaptım. Çok sevdiğim bir arkadaşımı üzdüm, hatta farkında olmadan sıktım, kızdırdım bile galiba. Ben de bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Kısa özeti şu, ben kendi davranışlarımı sakince bulurken, "ne var ki yaptıklarımda" derken, karşı tarafta aynı sözler daha sert bir etkiye sebep veriyor.

Benim için "yorucu" olan bir insan diyenler var, bazen farkında olmadan karşıdakileri çok zorluyorum, sıkıştırıyorum. Taleplerimin ardı arkası kesilmiyor gibi geliyor karşıya. Ben ise sormakla zarar vermediğimi düşünüyorum. Biraz da kişilğimde var sanırım bu. Ben törpülemeye çalışıyorum, arada fırtlıyor işte. Talepkarım, talep ediyorum, alıncaya kadar da soruyorum. Hatta bazen karşıdaki nazikçe "hayır" diyor, ben ise anlamıyorum. Çok büyük haksızlık ettim, belki de bir arkaaşımı kaybettim.

"Yok! Hayır! Olmaz!" Anla be güzel Kemal'im ...

Uzun lafın kısası nasıl yapacağımı da bilemediğim için buradan "özür diliyorum". Bir telefon açmak istiyorum ama şimdi onu da aynı şekilde anlar diye korkuyorum. Bu sayfayı umarım okur arkadaşım.

21 Nisan 2008 Pazartesi

Doğru davranışlar doğru değerlerden doğar!


Son zamanlarda kopan pirinç kıyametinin yanında ben ne diyeceğimi bilemiyorum, olayı kim nerede ne yaptı boyutunda incelemek yani davranışlara odaklamak istiyorum.
İşte size bir yazı, bir e-postayla geldi. Ne yazık ki kaynağını bilemiyorum ama harika bir dizi örnek ....
Beş yaşında idim. Rahmetli babaannem pirinç ayıklıyordu. Bir tane yere düştü. Babaannem eğildi, aramaya başladı. Sağa bakıyor, sola bakıyor, bulmaya çalışıyordu . Çocukluk iste,
- "Aman babaanne" dedim. "Bir pirinç tanesi için bu kadar caba harcamaya, yorulmaya değer mi?"
Rahmetli ilk defa sertleşti bana karşı, öfkeyle doğruldu.
- "Sen oturduğun yerden ahkâm kesiyorsun" dedi. "Hiç pirinç üretilirken gördün mü? İnsanlar ne kadar zorluk çekiyorlar. Bir pirinç tanesinde kaç insanin göz nuru, alın teri, emeği, çilesi var biliyor musun?"
Utancımdan kıpkırmızı olmuştum.

Aradan yıllar geçti. Hukuk Fakültesinde öğrenciyim. Alain'in proposlarini okuyorum. Birden irkildim. Babaannemi hatırladım. Alain, bir insan yerde bir iğne görüp de eğilip almazsa, bütün uygarlığa karşı ihanet etmiş olur diyordu. İlave ediyordu. Bir iğnenin üretiminde binlerce insanin alın teri, göz nuru, el emeği vardır diyordu.

On dokuz yıl evveldi. Stockholm'e gitmiştim. Bir otele indim. Geceydi. Sabahleyin, traş olmak için lavaboya gittiğimde, aynanın yanında ilginç bir not gördüm. 'Lütfen traştan sonra jiletinizi çöpe atmayın, yanda bir kutu var oraya bırakın, bir tek jiletle dahi olsa, İsveç çelik sanayisine yardımcı olun' diyordu. Doğrusu hayretler içinde kaldım. Çocukluğumdan beri çelik eşya denince akla İsveç çeliği gelir. Birçok eşya üzerinde' İsveç çeliğinden yapılmıştır' diye yazardı. İşte o ülke, kullanılmış bir tek ufacık jiletin bile çöpe gitmesini istemiyor, ona sahip çıkıyor, gelen turistlere rica yollu uyarıda bulunuyordu.

İsviçre'de zaman zaman, belli periyotlarda radyolar, televizyonlar bir haberi duyurur. 'Şu tarihte, su saatte, adamlarımız gelecek. Siz lütfen
hazırlığınızı yapın. Okumadığınız, ilgilenmediğiniz, kullanmadığınız ne kadar kitap,
dergi, gazete varsa, kâğıt, ambalaj, kutu varsa, velev ki, bir ilaç prospektüsü dahi olsa, kapının önüne koyun. İsviçre'nin kalkınmasına yardımcı olun. Fazla ağaç ziyanına engel olun.'

Japonlar son derece sade, basit, yalın mütevazı yasayan insanlardır. Evlerini mobilya ile eşya ile dolduranlar Japonlara göre ruhen tekamül edememiş, hayatın manasını anlayamamış, zavallı kimselerdir. Böyleleriyle; evini mezat salonuna çevirmiş zavallı, diye eğlenirler. Bir insanin gösteriş için eşyanın esiri olması ne kadar acıdır.
Vaktiyle Japon ekonomisi darboğazdan geçiyor. İç borçlar, dış borçlar gırtlağı aşıyor. Zamanın başbakanı meclisi toplar. Kürsüye çıkar. Durumu olanca açıklığı ve tehlikeleri ile anlatır ve;
- "Şu andan itibaren" der, "Tanrı şahidim olsun ki, Japonların iç ve dış borçları son kuruşuna kadar ödenmeden, pirinçten başka bir şey yemeyeceğim. Şu üstümdeki elbiseden başka elbise giymeyeceğim."
Dediklerini yapar, en üstten en alta bir israftan kaçınma kampanyası açılır. Japonya bütün borçlarını öder. Bu durumun toplumun bütün kesimlerini, tek istisna olmadan kapsadığını söylemeye gerek yok. Geçenlerde Japon imparatorunun sarayını gördüm. Yarabbim, ne kadar sade, ne kadar mütevazı, ne kadar gösterişten
uzak...

Gerekmediği halde elektriği yakmakla, suyu kapamadan bos yere akıtmakta, gece çamurlu ayakkabılarımızı temizlemeden yatmakla, yemek yediğimiz kapları yıkamadan bırakmakla biz de zalimler sınıfına geçmiyor muyuz?
Hayat çok ince, akil almaz incelikte ipliklerle örülmüştür. Her şey o kadar birbirine bağlıdır ki, İlk okul okuma kitabımızdaki bir sözü hiç unutmadım.

Bir mıh bir nalı kurtarır.
Bir nal bir atı, bir at bir komutanı,
Bir komutan bir orduyu,
Bir ordu bir ülkeyi kurtarır diyordu..

Maddi durumumuz ne olursa olsun, ister zengin olalım ister fakir, hepimiz çok dikkatli olmak zorundayız. Burada parayı da, maddiyatı da aşan büyük bir edep ve incelik vardır.

Bu inanılmaz örneklerden sonra bizim davranışlarımızı değerlendirmemiz gerekmiyor mu? Ya da başkalarının nasıl davrandığınız görüyor musunuz?
Yanlış konuları konuşuyoruz, yanlış şekilde konuşuyoruz, yanlış örnek oluyoruz, yanlış şeyler öğretiyoruz ve yanlış davranıyoruz.
Nasıl doğru sonuca ulaşabiliriz ki?
Lider dediğimiz kişilerin davranışlarına dikkati çekiyorum.

Kızgınlık


Kızgınlığımızın kölesi olmamak gerek. Kendimizi olmak istemediğimiz bir şekilde buluruz, kendimizi "nefret edeceğimiz biri" durumuna düşürmemeliyiz, bırakmamalıyız.
Şimdi geçtiğimiz haftaya dönün bir bakın, neye sinirlendiniz, neye kızdınız?
- Biri sırada araya mı girdi?
- Biri söz verdiği zamanda istediğinizi mi yapmadı?
- Biri kaldıramayacağınız, nazik olmayan sözler mi sarf etti?
Nedir? Ne sizin patlamanıza sebep oldu? Şimdi onları yazın bir kenara. Ve de şu soruya cevap verin. Verdiğiniz tepki sadece bu davranışa mıydı? Yoksa birikip birikip mi patladınız?

Sebepler ne olursa olsun, patladığınız duruma düşmek istemezsiniz değil mi? Bunun önüne nasıl geçebiliriz?
İşte size birkaç yardımcı yol...
1. Öncelikle yazın, içinizi dökün. Gerçekten yazmadığınız zaman içinizde birikir bunların hepsi. Siz yazdığınızda ise olayın farklı yönleri olup olmadıını düşünebilirsiniz.
2. Farklı ne olabilirdi diye düşünün, ne yapabilirdi, ben ne yapabilirdim? Değiştirebilecek ne yapabilirdim?
3. Ortamı değiştirebilecek en önemli hareketlerden birisi, değiştiremeyeceğiniz şeyleri (insan, ortam vs olabilir bu) kabul etmek, ve hatta gerekiyorsa oradan uzaklaşmak olabilir.

18 Nisan 2008 Cuma

Kuşaklar arası iletişim


Bugün sabah yaptığım bir toplantıda, birden konu çalışma hayatına yeni atılmış ya da 5 sene civarlarında tecrübesi olanlarla ilgili bir noktaya geldi.
Karşımdaki kişi benim yaşlarda ve oldukça çalışkan bir bayan. Beraber çalıştığı ya da görüşme yaptığı bu nesille ilgili bir problemi var. Problem şu; genç nesil - çok net bir şekilde "benim çalışma koşullarım bu, olmazsa olmaz" diyerek noktayı koyuyormuş.
Şimdi olayları detaylı bilmediğimden şu doğru bu yanlış demek olmaz. Ama bu durumla çoğumuz karşılaşabileceğinden dolayı benim bu koundaki görüşümü paylaşmak istiyorum.
Şimdi öncelikle karşımızdakini ikna edebilmek için onun durumunu anlamamız gerek. O yaştakiler, heyecanlı, dinamik ve sabırsız olabilir. Hızlı bir şekilde sonuca (kendi kariyer hedeflerine) ulaşmak isteyeceklerdir. Bu durumda, onları en önemli diğer 2 boyutta düşünmeye yönlendirmeliyiz. TEVAZU ve ZAMAN.
Evet sabır göstermeliler, basamakları yavaş yavaş çıkacaklarının farkında olmalılar. Şirkete katacaklarını, tecrübelerini uzmanlıklarını oluşturacaklar ya da gösterecekler ki değerli olsunlar.
Ayrıca onlar genç değiller mi, elbette ki karar verirken hata yapacaklar. Bizim onlara doğru yola gidecek yönlendirmeleri yapmamız gerek. İletişimde hata yapailirler. Hayatta herşey, ancak iki tarafında kazanacak ki, gelişir büyür. Sadece tek tarafın isteklerinin karşılandığı bir ortamda işler yürümez. Dolayısıyla kazan-kazan terazisini iyi düşünmek gerek. Bu terazide en önemli boyut da belki de zaman, sadece şu andaki dengeye değil ileride kazanacaklarımıza da bakmamız gerek.
Tabii ki kişiler elde etmek istediklerini alamayacakları yerlere razı olsunlar demiyorum. Ancak ulaşmak istediklerinin kısa ya da uzun dönemli hedeflerini net koymalı ve beklenti ve kazançlarını net tanımlamalılar.
Olur, isteyin, sabırla çalışın olur...

16 Nisan 2008 Çarşamba

Ne bekliyorsunuz?


Daha farklı şekilde sormak gerekirse;
Karşınızdaki kişiden beklediğiniz davranış nedir?
Esas konu, beklediğiniz şekilde davranıyorlar mı?
Davranmadığı zaman ne yapıyorsunuz?
Güzel, basit, güncel bir örnek üzerinden gidelim isterseniz;
Çocuğunuz, eşiniz ya da tanıdığınız birisi arabanıza binerken kapıyı biraz sert kapatsa tepkiniz ne olur?
— Biraz yavaş kapat!
— Yavaş kapat be!
— Yavaş kapat, kapıyı kıracaksın!
— Bana baksana! Ben bu arabaya para verdim, aldım.

Durumu çeşitli açılardan inceleyelim:
1. Kapıyı sert kapatan kişi istemeden biraz hızlı kapatmış ya da (hatta) kasıtlı olarak yapmış olabilir. Veya o şekilde alışmış bile olabilir.
2. Bu kişi aileden ya da aile dışından birisi olabilir.
3. Sadece o seferlik beraber olduğumuz ya da devamlı beraber olmak zorunda olduğumuz biri olabilir.


Verdiğiniz tepkiye göre, sonuç farklı olacaktır. Peki ters bir cevap verdiysek neler olabilir?
- Belki arabanıza bir daha binmek istemeyecektir.
- Size karşı bakış açısı mutlaka değişecektir. Sizin onunla arabanız (insan-eşya) arasındaki değer yargılarınızı gözden geçirecektir.


Belki şöyle düşünebilirsiniz, "Kim olursa olsun, yanlış yaptı. Binmezlerse binmesinler. Umrumda değil.” Peki, bu kişi aile içinden biri ya da arabamıza sürekli binmek zorunda olan biri ise, o zaman da bu tavrımız aynı şekilde devam edecek mi? Yoksa bir bahane uydurup, şöyle mi diyeceğiz: “Aile içinde olur böyle şeyler, büyütmeye değmez.”


Ne yapabiliriz?
Bazı durumlarda tepki vermemeyi seçebiliriz, mesela;
- bu kişi ile bir daha beraber olamayacaksak
- bu kişi bir büyüğümüzse
- onu değiştirme çabasının bize bir katkısı olmayacaksa


Bir cevap vermek istiyorsak,
- Bunu karşımızdakini kırmadan yapmalıyız, tepkimizi onun durumunu anlayarak vermeliyiz.
- Sözcüklerimizi, söyleyiş tarzımızı dikkatle seçmeliyiz. Onun kişiliğine yönelik cümleler sarf etmemeliyiz.
- Tanıdığımız bir kişi ise, iletişim tarzına göre bir tarz seçmeliyiz.


Kısaca başkalarından beklediğimiz davranış gerçekleşmediğinde, ne dersek diyelim, sonucun ne olacağı bizim elimizde.
Yani şu soruya cevap bulun! Böyle bir durumdayken kendinizden beklediğiniz davranış ne? Bu şekilde davranışlarınızı önceden hazırlamış olabilirsiniz. Farklı durumlarda kaldığınızda ne yapabilirsiniz önceden planlayın.

Neye inandığınıza dikkat edin!


Bir websitesinin arkasında şu yazıya rastladım.
Believe Nothing,
No matter where you read it
Or who has said it,
Not even if I have said it,
Unless it agrees with your own reason
and your own common sense
---------------------------Buddha

Burada tercüme yapmak istemiyorum, bu konuda nasılım bilemem. Ana fikri şu, onu söyliyeyim;
Sizin kendi mantığınıza, düşüncenize uymadığı sürece, okuduğunuza inanmayın, ben bile söylesem söylenenlere inanmayın. Yani size söylenenleri, karşınıza gelenleri hemen kabul etmeyin, öncelikle düşünerek kendi filtrenizden geçirin diyor Buddha.
Bu sayede inandığınız her ne ise, ona inanmakla sorumlu olacak olan sizsiniz. Bunu size söyleyen kişi sorumlusu değildir.

Kullanılmayacak sözler - "AMA"


İletişimde önemli olan bazı ipuçlarını paylaşmak istiyorum, ne mi? Kullanılmayacak sözcükler. Bunlar karşımızda fark etmeden farklı etkiler yaratan sözcğkler.
"AMA" ile başlamak istedim. "Ama dediğinizde "Bundan önce söylediklerim önemli değil, esas bu önemli" diyorsunuz.
Örnek vermek gerekirse;
"Sizin söylediklerinize katılıyorum ama bu konuya şu açıdan bakmamız gerek bence."
dediğinizde
"Sizin dediklerinize önem vermiyorum, benimkiler önemli"
şeklinde algılanıyor.
Ne mi yapmalı, aslında çok basit, hiç söylemeyin, bu yeterli.

15 Nisan 2008 Salı

Doğrudan etkiye tepki


Bu hikayeyi okumuşsunuzdur:
Adam yeni kamyonuna bakmak için evinden çıktığında, üç yaşındaki oğlunun gayet mutlu bir biçimde elindeki çekiçle kamyonunun kaportasını mahvettiğini görmüş. Hemen oğlunun yanına koşmuş ve çocuğun eline çekiçle vurmaya başlamış. Biraz sakinleşince oğlunu hemen hastaneye götürmüş. Doktor,çocuğun kırılan kemiklerini kurtarmaya çalıştıysa da elinden bir şey gelmemiş ve çocuğun iki elinin parmaklarını kesmek zorunda kalmış. Çocuk ameliyattan çıkıp gözlerini açtığında, bandajlı ellerini fark etmiş ve gayet masum bir ifadeyle,
“Babacığım, kamyonuna zarar verdiğimiçin çok üzgünüm.” demiş ve sonra babasına şu soruyu sormuş:
“Parmaklarım ne zaman yeniden çıkacak?”
Babası eve dönmüş ve hayatına son vermiş...

Bir tepki vermeden önce lütfen
1- Ona kadar sayın. Gerçekten, bu kişinin düşünerek hareket etmesi için çok önemli.
2- Düşünün. Yapacaklarınızın sonucunu düşünün. Düzeltilemeyecek şeyler yapıyor olabilirsiniz.
3- "Bunu nasıl yapar" sorusunun cevabını bulmaya çalışmayın. "Hesabını ödemeli" demeyin. Unutmayın ki her iki taraf da hesap ödeyecek, sadece karşınızdaki değil.
4- Sonucu siz belirleyeceksiniz, sonuçta olacaklardan siz de sorumlusunuz. Sonuçta ne olmasını istiyorsanız ona göre davranın. Yaptıklarınızdan sonra, suçu sadece karşıya atamazsınız. "Önce o başlattı" demeniz, kurtarmaz sizi. Hayatta bu şekilde haklı çıkamazsınız.

Sen ne diyorsun, farkında mısın?


Günlük hayatımızda yaşanan olaylar sonucunda o anda söylediklerimizin farkında mısınız? Yani kontrollü çıkıyor sözler ağzınızdan, değil mi? Ne söylediğinizi biliyorsunuz. Karşınızdaki de bunu aynen anlıyordur.

Sözlerimizde kötü birşey yok diyorsunuz ya da yanlış birşey görmüyoruz. Ama sonuç hiç de beklediğimiz gibi olmuyor. Yahu söylediğimiz şeyde bir sorun yok ki. [Bak net olarak şunu söylüyorum.] Ama neden farklı sonuçlanıyor işler?

Bu konu çok detaylı bir konu ama ana hatlarından bahsetmek gerek.

1. Öncelikle aklınızdan geçenle, karşıdaki kişinin algıladığı arasında dağlar gibi fark var.
2. O anda karşınızdakinin kafasından geçenler ne kimbilir, hangi duygular içinde farkında mısınız?
3. Sizin söylediklerinizin ne kadarını kendi algı eleğinden geçiriyor?
4. Ayrıca söyledikleriniz sadece kelimelerden oluşmuyor, nasıl söylediğiniz çok önemli. Hatta kelimeleri hangi sırada söylediğiniz bile.
5. Bir de bu söylediklerinizi söylemek ya da söylememek elinizde.
Bunların tümüne yavaş yavaş girmeli bence,
Görüşmek üzere....

Özgüven'in altında ne var? Bilgi


Merhaba,
Bilmediğiniz bir konuda kendinize çok güvenebilir misiniz? Bilmeden kendine çok güvenen kişinin başına neler gelebilir? Peki bildiğiniz konularda kendinize güvenirken, kendimize güvenemediğimiz ya da bilmediğimiz konulara neden soğuk-uzak kalıyoruz?
Bu olayı satıştan bir örnekle size açıklamak istiyorum. Geçtiğimiz hafta bir satış kadrosuna sahip bir firma sahibi arkadaşımlaydım. Satışçılarından biri, genel ortalamanın çok üstünde ve de bir çok ürünü çok iyi satmakta. Çok iyi prim alıyor, maaşı birçok arkadaşının üzerinde. Ancak detaylı bir raporda ortaya çıkıyor ki, bir ürün grubunda hep sıfır çekiyor.
Arkadaşım da onu kenara çekiyor, ve sebebini soruyor. Cevaplar garip şekilde dayanaksız; yok müşterileri garip kişiler, yok ürünü sevmiyor vs vs....
Arkadaşımın bu knuda hareket planı ise neredeyse kitaplara geçecek cinsinden. Tüm satışçılara, birer ürün veriyor ve onları ürün sorumlusu ilan ediyor. Her kişi her hafta bir ürünü diğerlerine sunacak, ürünün rakipleriyle farklarını avantajlarını anlatacak, müşteri beklentilerini sunacak vs vs... Herkese de en düşük satış yaptığı ürünü veriyor.
Şimdi diyeceksiniz ne kadar güzel, işte oldu. Ama düşünün buna benzer planları çoğu kimse uyguluyor. Bu neden başarılı oldu?
Bu şekilde bir durumda kendinizi düşünün, olaya karşı istek duyar mısınız? Kendinizi rahat hisseder misiniz? Hem nasıl yapacaksınız sunumu, ne müşteriyi ne de ürünü biliyorsunuz?
Öncelikle şunu söyliyeyim, hepimizin cevabını tahmin edebiliyorum. Zaten kendinizi rahat hissetseydiniz, bu zamana kadar kendiniz tığış tıpış yapardınız değil mi?
Stratejik noktalar şu:
1. Arkadaşım ilk haftaya bu şekilde bir çalışma planına en yatkın kişiyi seçmiş
2. Ona ne şekilde bir sunum yapılması konusunda destek olmuş.
3. Hangi bilgiyi istiyor, hangi bilgiye nasıl ulaşılır onu anlatmış.
4. Birbirlerine bilgi vermeleri konusunda desteklemiş.
Ne mi olmuş, ilk haftadaki olağanüstü performanstan sonra diğerleri de hırslanarak süper sunumlar gelmiş. Sonunda sunumunu yaptıkları ürünlerde kendilerini daha iyi hissetmeye başlayan satışçılar, bu ürünlerde dah ayüksek satış rakamlarına ulaşmışlar.
Eğitimlerde bunu çeşitli şekillerde anlatıyoruz, işin doğrusu bu. Bilgiyi arttırmak gerek. Bilginizi arttırmanız gerek, bu yönde kürek çekerseniz başarıya ulaşmak için adım atmış olursunuz. Yok yapmazsanız, istemezseniz, zaten olduğunuz noktadan ileriye gidemezsiniz. Bilmiyorsanız olmaz.


Boş bir çuval dik durmaz.
(Benjamin Franklin)

11 Nisan 2008 Cuma

Siyah mı beyaz mı?


Bir hikaye daha geçti elime, internetten. Sizlerle paylaşmak istedim, umarım doğrudur, ama vermek istediğimesaj çok net ortada.
Ortaokuldayken, sınıf arkadaşlarımdan birisiyle ciddi bir tartışmaya girdim. Onun haksız olduğundan, kendiminse haklı olduğumdan emindim. Öğretmenimiz bize çok iyi bir ders vermeye karar verdi. Bizi bütün sınıfın önüne çıkardı ve onu masanın bir tarafına, beni de diğer tarafına yerleştirdi. Masanın tam ortasında yuvarlak bir nesne vardı. Siyah renkli bir nesne. O çocuğa nesnenin rengini sordu. Çocuk, 'Beyaz' diye yanıtladı. Söylediğine inanamadım, çünkü nesne siyahtı. Yeniden tartışmaya başladık, bu kez de nesnenin rengi hakkında. Öğretmen bu kez beni çocuğun yerine, onu da benim yerime geçirdi. Ve bu kez bana nesnenin rengini sordu. 'Beyaz', yanıtını vermek zorundaydım, çünkü belli ki nesnenin bir tarafı beyaz, diğer tarafı ise siyahtı. Öğretmenimiz o gün bana çok güzel bir ders verdi. Karşımdaki kişinin bakış açısını anlamam için, kendimi onun yerine koymam gerekiyordu.
Judie Paxton


Sadece kendi tarafınızdan olayı gördüğünüzde kendinizi haklı doğru görürsünüz, başka doğru olamaz gibi. Ama olayı farklı bakışaçılarından görebilirseniz, farklı doğruların olduğunu da görebilirsiniz.

10 Nisan 2008 Perşembe

Karşımızdaki ne hissediyor?


Bugün izlediğim bir filmde (NOEL) geçen bir dialog beni çok etkiledi ve buraya yazmak istedim.
Konuşma, noeli hastanede geçirmek için (hikayesi karmaşık) bir kolunu kırdıran bir adamla psikolog arasında geçiyor. Psikolog, adam akıllı mı manyak mı (yani hastaneden ayrılabilir mi yoksa psikolojik tedaviye mi ihtiyacı var) diye zorunlu bir görüşme yapıyor.
Psikolog kadın, neden orda olduğunu, neden ailesinin yanında olmadığını, sonrasında da annesini ve çocukluğunu soruyor.
Annesi babasının ölümünden sonra başka bir adamla evlenmiş ama o adam annesini dövüyormuş. Birgün üvey babasını durdurmak isteyince bizim adamı merdivenden aşağıya yuvarlamış. Kolu kırılan bizimki kaçmış hastaneyye gitmiş. O geceyi (Noel gecesi) hastanede yanlız geçirmiş ama herkes onunla ilgilenmiş. Aslında güzel bir gece olmuş onun için. Ertesi sabah annesini aradıklarında annesi gelmemiş. Bizim adam da kaçmış, bir daha da aramamış onları.
Psikologun burada söylediği cümleye inanamadım.
"Belki annen senin kaçarak kurtulduğunu düşünerek seni almaya gelmemiştir" dedi...
"Anneni ara, inan sevinecektir."
Belli ki de öyle. Annesi onun o ortama dönmesini istememiş, kaçarak kurtulduğunu düşünmüştü. Çocuğundan bir şekilde vazgeçmişti - onun iyiliği için.
Doğru yanlış birşey demiyorum, sadece hayatı boyunca annesini suçlayan adamın bir cümle ile farklı bir bakışaçısına bürünmesi inanılmaz...

Peki ya siz, farklı bakışaçılarından bakmaya çalışıyor muyuz? Başkaları nasıl hissetti de öyle davrandı diyebiliyor muyuz?

9 Nisan 2008 Çarşamba

Karşınızdakine (her kimse) güveniyor musunuz?


Giderek insanlar arasındaki ilişkilerin mekanikleştiğini, herkesin içtenlikten uzaklaştığını hissediyor musunuz?
Güven eksikliği sonucunda insanlar aralarına yavaş yavaş görünmez bariyerler koyuyorlar. Güven duymak (ya da duyulmak) ihtiyacımızı giderek karşılayamıyoruz. Bu aidiyet ihtiyacımızı alıp göürüyor tabii ki. Sonrasında ise kişiler daha bencil ve "benim dediğim olacak" diyen iletişim özürlü kişilere dönüşüyoruz.

Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan meselesi gibi, hepsi birbirini tetikliyor, etkiliyor.

"İş Hayatında Güven ve Özgüven" başlıklı bir yazı içerisinde güveni şu şekilde tanımlamış Atilla Filiz;


Güven duygusu, karşımızdakinin ondan beklediğimiz gibi davranacağına olan inancımızı ve gerçekleşmesi umulan şeylerle ilgili olumlu beklentilerimizi ifade eder. Yazının linki

Bu yazıda yazılanlara yakın bir düşüncem var benim, bir yaklaşım, bir bakışaçısı. Birisiyle bir ilişkiye başlarken, ona %100 güven duyduğunu belirtmeye çalışıyorum, özellikle iş ilişkilerinde. Mesela altımda çalışan birine, %100 güveniyorum. Ondan beklentim, ya da onun görevi, bu seviyeyi korumaktır diye düşünüyorum.

Oluyor mu olmuyor, ikinci şans veriyorum, oluyor mu olabiliyor. Güven ile düzeltemeyeceğiniz ilişki yok. İletişimi açık ve düzgün tutabilirseniz olur.

Konuşmak mı, iletişim mi?


Bir hikaye geldi, bu bana Söz gümüşse sukut altındır. sözünü hatırlattı. Çok çok ama çook konuşuyoruz. İletişim demek her zaman herşeyi konuşmak demek değildir.
Karşınızdaki size birşeyler söylemeye hazırlanıyorsa, sizin hala kaliteli bir iletişim için seçim şansınız var. Bu konuyla ilgili daha çok şey yazacağım. Öncelikle size duymak istemediğiniz şeyleri anlatacak bir kişiye "HAYIR" diyebilmenin bir örneği olan bu hikayeyi sunayım.
ÜÇLÜ FİLTRE TESTİ


Sokrates, saygıdeğer bir düşünür olarak Eski Yunan'da hatırı sayılır bir ün yapmıştı. Bir gün bir tanıdık, büyük filozofa rastladı ve dedi ki:
"Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?"
"Bir dakika bekle." diye cevap verdi Sokrates:
"Bana bir şey söylemeden evvel senin küçük bir testten geçmeni istiyorum. Buna 3'lü Filtre Testi deniyor.
"Üçlü Filtre mi?"
"Doğru" diye devam etti Sokrates;
"Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup; söyleyeceğini gözden geçirmek iyi bir fikir olabilir. Bu, ona üç filtre testi dememin sebebi. Birinci filtre Gerçek Filtresi. Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?"
"Hayır" dedi adam, "Aslında bunu sadece duydum ve..."
"Tamam" dedi Sokrates; "Öyleyse, sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Şimdi ikinci filtreyi deneyelim, İyilik Filtresi'ni. Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi?"
"Hayır, tam tersi" dedi adam.
"Öyleyse" diye devam etti Sokrates; "Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı: Üçüncü filtre, Yararlılık Filtresi. Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?"
"Hayır gerçekten yaramaz." dedi adam.
"İyi" diye tamamladı Sokrates. "Eğer, bana söyleyeceğin şey; doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar bir şey değilse BANA NİYE SÖYLÜYORSUN Kİ?"

2 Nisan 2008 Çarşamba

Özgüven gerekliliği


Kişinin kendine güveni başarının en önemi anahtarlarından biri. Özgüven eksikliği kişinin önündeki en büyük engeldir.

Özgüven esasında kendiniz hakkında ne "hissettiğinizdir". Bunu kendinize açık olarak söyleyin, başkalarına bunu farklı yansıtabilirsiniz ama korkularınız heyecanlarınız, isteklerinizi kendinize dürüst bir şekilde söylemeniz gerek. İnsanların karşısında "kendine güvenen" biri gibi davranmanız değil, gerçekten kendinize güvenme meselesi bu. Kendinize ait hissiyatınız olumlu değilse, motivasyonunuz olmaz, bir işe başlamak için isteğiniz olmaz.

Aslında çevremiz bizim özgüvenimizi aşağıya çekmek için planlar yapmış gibi. Mesela bir genci düşünün, basın (dergiler, gazeteler, tv vb) ona devamlı dünyanın en güzel insanlarını,hep en en en'leri sunuyor. Bu kişide baskı yaratabilir ve de "Ben güzel değilim" "Ben öyle değilim, yapamam" demeye başlıyabilir.

Bir başka durum ise hızla değişen ortamlardaki kişinin durumu. Bir alışma devresi geçirmeden, değişimin yarattığı ortamda, birkaç ardı ardına yapılan hata ya da başarısızlıklar sonucunda "Ben hep başarısız oluyorum" demeye başlayabilir.

Ayrıca şunu bilmeniz gerek, doğduğumuzda özgüven yokluğu diye birşey yoktur. Bebek kendine güvenir, korkusu yoktur. Bu olumsuzlukları öğreniyoruz, hepsi bize çevremizden veriliyor. İşin kötü tarafı ise şu, öğrenilenleri öğrenilmemiş şekline sokamıyoruz.

Oysa özgüvenimizi yerine koymak için önümüzde iki seçenek var;
1. Birileri gelip bizim özgüvenimizi yerine koymak için bize yardım edecek,
2. Bu işi kendi başınıza halledeceğiz

Özgüveni kaybetmemek, ya da yerine koymak için başkalarından birşeyler beklemenin çözüm olduğuna inananlardan değilim. Beklemenin sonu gelmeyebilir, gelmeyecektir. Onları suçlamak bize birşey kazandırmaz. Zaman önemli ve boşa harcamamak gerek. Neler yapmak gerekir düşünüp kendi başımıza harekete geçmemiz gerek.

Kendi başarılarımıza odaklanarak, ulaşmak için koyduğumuz hedefe gideceğimiz yoldaki ara hedefleri ve bu ara hedeflere nasıl ulaşacağımıza bakarak işe başlamalıyız. Çok kolay değil, ama başka yolu yok.